Ahmet ZORLU

KURTARICI ARAMAK..

Ahmet ZORLU

Toplumsal bir hastalık hale gelmiştir güzel ülkemde..

Her alanda kurtarıcı adam arıyoruz.

İlke, kural, yasa, kanun değil.

Bir adam çıkmalı ki ortaya, bir hamlede ülkeyi refaha, huzura kavuşturmalı..

İşte bu anlayış geri toplumlara özgü bir anlayıştır.

Cumhurbaşkanı kim olmalı sorusuna;

Ya Recep Tayyip Erdoğan ya Muharrem İnce ya da son zamanların flaş ismi Ekrem İmamoğlu cevabını veriyoruz sadece.

CHP Genel Başkanı, AKP Lideri, İyi Parti için, yönetici tanımlaması yaparken, biz kafamızdaki ismi zaten tam yetkili olarak kabulleniyoruz.

Oysa, ülkeyi yönetmeye talip partiyi irdelerken, “Kadrosunda kimler var” sorusunu sormak zorundayız.

Mesela iktidara yakın bir parti düşünün.

‘Ekonomi konusunda, Adalet konusunda, Dış Politika ile ilgili, Yerel Yönetimlerle ilgili kadrosunda kimler var, bunlar ne kadar etkili işler yaptılar’ sorusunu sormaya başladığımız zaman doğru yolu buluruz.

Globalleşen dünyada, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve dış politika alanında başarıdan başarıya koşan bir ülke düşünün. Böyle ülkelerde tek adam anlayışı yoktur, kadro hareketleri vardır. Her alan işinin ehli isme verilmiştir ve kesinlikle denetlenebilir konumdadır, her kurum yöneticisi, her birim yöneticisi.

Bizde ise geleceğimizi tek adama emanet ediyoruz.

Ve o tek adam da şeklen bir kabine, şeklen de bir meclis çoğunluğu oluşturuyor.

Kararlar tek adamdan, gereğini yapmak ise, şeklen belirlenen, kendi fikri olmayanlarca imza altına alınıyor.

Sadece son Libya Tezkeresine bir bakalım.

Her paragraf ‘Cumhurbaşkanı tarafından izlenir, onaylanır, uygulanır’ ile bitiyor.

O zaman, Cumhurbaşkanının görevlendirdiği sözde ‘Danışman’lar çıkıp,  ‘Müslümanları, geleceği muhakkak olan Mehdiye hazırlamaktan sorumluyuz’ diyor, diyebiliyor.

Ya da tek adam, dün ak dediğine bu gün kara dese bile, toplum ne dediğine bakmaksınız kendisini alkışlayıp bir kez daha oy verebiliyor.

Şimdi birileri çıkıp, “Dünyanın en güçlü ülkesi ABD’de kurulduğu günden bu yana başkanlık sistemi ile yönetiliyor” der, diyebilir.

Onlara tavsiyem, ABD Temsilciler Meclisi ve Senatosunun günü ve yeri geldiğinde başkanı nasıl silkelediğini, azile kadar varan yaptırımlar uyguladığını hatırlatırım.

Ya da sıradan bir ABD Mahkemesinin açtığı davada bile başkanın nasıl tıpış tıpış gidip o mahkemeye hesap verdiğini.

O nedenle güzel ülkem,  her gün yitirdiği demokratik değerlerini yeniden inşa etmeden hiçbir sorunun üstesinden gelemez.

Bunun olması için de, ‘Denge ve Denetleme’ gerçeğine inanan bir seçmen çoğunluğunun var olması gerekir.

O zaman, Mülkiye müfettişleri belediyeleri, Sayıştay Kamu Kuruluşlarını, Bakanlar Kurulu icranın başını, mecliste bakanlar kurulunun uygulamalarını tam ve eksiksiz denetler, kontrol eder, yargı erki ise bunların tamamının aldıkları kararları, yaptıkları uygulamaları gözetir.

Eğer bu tablo oluşursa;

O ülkenin eğitimi yaz-boz tahtasına çevrilmez. Milli eğitim bakanı Cumhurbaşkanının sınav sistemini eleştirdiğini TV’den öğrenip hemen değiştirmeye kalkışmaz. Ya da, Cumhurbaşkanı, yani icranın başı, ‘Hans ve Helga hangi imkanlara sahipse eğitimde, Ayşe ile Aliyi de aynı imkanlara kavuşturacağız. Çocuklarımız çanta yerine okula tabletle gidecek’ dedikten ve projeye milyarlar harcattıktan sonra projeden sessizce çark edilmez.

Veya, ülkenin ve milletin imkanları ülkenin bir kentine kanalize edilmez, ülkenin her köşesinin kamu kaynaklarından eşit oranda uygulanmasına özen gösterilir.

O nedenle, önceliği kurtarıcı aramak tutkusunu kafamızdan silmeye ayırmak zorundayız.

Siyasi Partilerin liderlerinin bir siyasal organizasyonun başı olarak görmeli, onlara kurtarıcı rolü biçmekten vazgeçmeliyiz.

Sonra da,  milyonların yaşadığı güzel ülkemin kaderinin tek adamın iki dudağı arasına sıkıştırılmasının getirdiği ve getireceği sakıncaları toplumca kabullenmeliyiz.

Daha sonra bizi temsille görevlendirdiğimiz Meclisin oluşmasında onaylayan değil, seçen olmayı kabul ettirmeliyiz siyasal parti liderlerine.

Hepsinden önemlisi, ‘Adaletin, hukuk sisteminin emir alan değil, yasalarla işleyen bir mekanizma’ olması gerektiği gerçeğini kabul etmeli ve ettirmeliyiz.

Ancak o zaman elimizden kayıp giden, çağdaş demokrasinin yeniden bu topraklarda filizlendiğini, yeşerdiğini görebiliriz.

Aksi takdirde, bu günkü şeklen demokratik, özde teokratik anlayış devam eder.

Bu durumda da, ülkemi ve  bizi güzel günlerin beklemediğini gönül rahatlığı ile söyleyebilirim.

Yazarın Diğer Yazıları