Prof. Dr. Sinan KARAOĞLU

Bir Yaşıma Daha Girdim

Prof. Dr. Sinan KARAOĞLU

Şaşırtılacak ve yeni bir şeyi öğrenince söylenen güzel bir deyimimizdir "bir yaşıma daha girdim". Geçenlerde Karaözü köyüne yaptığımız bir ziyarette hakikaten beni şaşırtan yeni bir yönünü öğrendim Köy Enstitülerinin. O zaman kendi kendime söyledim bu deyimi. Bir çok kişiye sorduğumda aynı durumu gördüm yani gerçekten de pek bilinmiyordu bu yönü. Bir çok kişi gibi benim de bilgim "Köy Enstitülerinden sadece öğretmen yetişir" şeklinde idi. Bir çok konuda, ama sadece özellikle pratik değeri olan bilgilerle donatılmış "Öğretmenler" yetişirdi. Eşimle beraber müzikle de uğraşan bir kişi olarak hayatımın müzikle ilgili kısmının en önemli kişisi bir köy enstitüsü mezunu olan kabak kemane'nin babası ve virtüözü olan TRT sanatçısı Salih Urhan bunlara bir örnekti benim tanıdığım. Kendisi 89 yaşındadır ve ne mutlu bize ki 2014 sonunda verdiğimiz "Memleketim" konserinde onur konuğu olmuştu. O güne kadar bir elimin parmağını geçmeyecek kadar bir kaç tane daha tanıma fırsatım oldu köy enstitüsü mezunlarından. Karaözü köyüne yaptığımız ziyarette ise karşımda beş tane köy enstitüsü mezununu alıp sohbet etme imkanına sahip oldum. Ama benim için daha şaşırtıcı olanı ve "bir yaşıma daha girdim" dedirten yönü ise karşımdaki kişilerden birinin eski tabirle "sıhhiye" yani sağlık memuru olmasıydı. Yani köy enstitülerinden sadece öğretmen değil, sağlıkçı da mezun oluyormuş. Köy Enstitüleri, Türkiye cumhuriyetinin yokluk dönemlerinde, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere açılmış okullardır. Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesini zamanın milli eğitim bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönetmiş. Ayrıca ilköğretim genel müdürü İsmail HakkıTonguç'un da büyük emekleri olmuş. İsmail Hakkı Tonguç bir yazısında şöyle der; "...Bir köye girdiğinde duvar diplerinde, avlularda köşeye dizilmiş sıtmalıların; yüzü gözü sinek, sümük içinde, başka hasta ve yaralı çocukların durumu, salgınlarda yitirilen bebeklerin, doğumda ölen gencecik anaların haberleri insanın içini sızlatıyordu. Kasabada oturan doktorun, sağlıkçının köylüye bir yararı olmuyordu. Yollar bozuk, tekerlek yoktu. Sağlık Bakanlığı bu işe Milli Eğitim Bakanlığının ilköğretime el attığı gibi yüklenmiyordu. Yapsa da Milli Eğitimin köy öğretmenine kazandıracağı ülküyü yetiştireceği sağlıkçılarla aynı anlayışla kazandırması kolay değildi…”

Tıp fakültesi yıllarımı da sayarsak 33 yıldır tıbbın içinde birisi olarak bile önce kavrayamadım o zaman sağlıkçı yetiştirmenin pratik olarak ne anlama geldiğini. Sohbet koyulaştıkça, "sıhhiye"nin anılarını dinledikçe anlamaya başladım bu konuda nasıl hayati ve özgün bir adım atılmış o yıllarda. O zaman kanamalı hastalara yaptığı iğneler ile kanamaları durdurduğunu, abse açarak boşalttığını, penisilin ve sülfamid ile yüzlerce hayat kurtardığını hala o anı yaşarcasına heyecanla anlattı o sıhhiyeci. En favori anısı ise buruna kaçmış ve çıkartılamayan bir boncuk vakası idi. Orada pratik zekasını kullanıp ucunu çengel gibi kıvırdığı iğne ile boncuğun deliğine sokup geri çekerek aslında okulda öğrenmediği bir yöntemi bulmuştu. Bir başka önemli anısı ise ciddi bir böbrek hastalığını erken teşhis edip mutlaka doktora gitmesini sağlamakla bir hayat kurtarması idi. Bunu da benzer hastalığı kendisinin de atlatmış olmasına bağlıyordu. Amcayı dinlemeye doyamadım. Eve döner dönmez de ilk işim bilgisayarın başına oturup köy enstitüleri ve oradan yetişmiş sıhhiyeler konusunda araştırma yapmak oldu. Köy Enstitülü sağlıkçı tiplemesi  Fakir Baykurt’un yazdığı “Yılanların Öcü” Romanının  Metin Erksan tarafından 1962 yılında sinemaya uyarlanmasıyla karşımıza çıkmış aslında, internetten edindiğim (ama güvenilir kaynaklardan) bilgi bu şekildeydi. Oturup siyah beyaz bu filmi izledim o merakla. Filimde  at üstünde köyden köye sağlık hizmeti veren ve giysileriyle, şapkasıyla enstitülü bir sağlıkçı portresi vardı. Haceli tiplemesinin darp etmesi sonucunda 3,5 aylık bebeğini düşüren ve kanaması durmayan Haçça gelinin kanamasını 5 gün üst üste yaptığı iğne ile durdurmuş ve hayatını kurtarmış. Hemen ardından bir yılan sokmasına müdahele etmişti "sıhhiyeci Şakir efendi".

Yine internetten öğrendim ki; aslında çocukluğumu ve tıp fakültesi bitene kadarki yıllarımı yıllarımı geçirdiğim İzmir-Şirinyer de köy enstitüsü olan bir yer imiş ve sıhhiye yetiştirirmiş. Şirinyer'in eski adı Kızılçullu idi ve açılan ilk köy enstitülerinden ikincisi burada açılmış. 1950 Kızılçullu Sağlık kolu çıkışlı  Mesevleli Ali Mil ile bir görüşmede "neleri başardınız?" diye sormuşlar. Ali Mil; “Köylere WC kültürü vermek, aşılar ve salgın hastalıklarla mücadele en önemli uğraşımızdı. Ayrıca gece-gündüz hastalanan vatandaşlara ulaşmak da önemli bir görevdi. Tüm bu köyleri  at sırtında dolaştım. Köy Enstitülü sağlık memurları olarak diğerlerinden farklı idik. Onlar memur idi. Biz gece gündüz çalıştık. Onlara 120-130 lira maaş verilirken bize 88 lira verilirdi. 1950 yılı okuldan mezun olduktan sonra Kavaklıdere Köyler Grubu’na tayinim çıktı. İlk köylere gittiğimde hiçbir köyde doğru dürüst bir tuvalet yoktu. Bazı köylerde hemen hiç tuvalet yoktu. Tuvaleti  olmayan köylerdeki şahıslara tebligat yaptık. Yapmayanları cezalandıracağımızı bildirdik. Bir tanesine ceza yazdık. Adam geldi: “Ben seni ne kadar seviyordum. Demek sen beni hiç sevmiyormuşsun” diye kahırlanmaya başladı. Onun cezasını cebimden ödedim. Böylece dostluğumuz bozulmadı. Başka bir köyde bir hastaya çağırıldık. Çocukta ishal vardı. Dudakları çatlamıştı, su istiyordu. Başucunda yastığın üstüne bilgiç teyze oturmuş. Ben “ Hemen çocuğa su verin” dedim. Kadın; “Katiyen olmaz. Çocuk ölür” diye engellemek istiyordu. Ben verilmesine ısrar edince verdiler ama ben de korktum. Çocukta 39,5 derece ateş vardı. Şayet çocuk ölürse benden bileceklerdi. Serumla susuzluğunu takviye ettik. Allah’tan ki çocuk iyileşti.

Evet, her biri ayrı bir kitap yazılası, Yılanların Öcü ayarında film yapılası hikaye ve anılara sahip bu insanlar o devirde çok hayat kurtarmışlar.  Saygıyla ve minnetle anıyorum hepsini.

 Sağlıklı günler dileklerimle.

Yazarın Diğer Yazıları